0%

Lütfen Sinemayı İkiye Ayırmayın

Aralık 7, 2020 - Uncategorized

Sinema konuşulan bir arkadaş ortamında bir Angelapulos filminden ya da Nuri Bilge’den konu açıldığında biliriz ki biri konuyu sanat filmleri ve diğer normal filmler ayrımına getirecektir. Çoğu kişi klasik anlatı dediğimiz Amerika menşeli sinemayı gerçek sinema geri kalan bağımsız yapımları ise ‘sanat filmi’ çatısı altında toplayıp bunların sadece sanat severler tarafından izlenip anlaşılan filmler olduğunu düşünür. Bu hatalı bir ayrımdır.

Sinema farklı sebeplerden dolayı, farklı sınıflandırmalara tabi tutulabilir. Sinema bir anlatı sanatıdır ve neyi nasıl anlattığına ve ya anlatmadığına bağlı olarak sınıflandırılabilir. Buna göre toplumcu, psiko-analitik, feminist ve ya kapitalist filmler olabilir. Bunlar temelde sinema kuramları olarak önümüze gelir. Herhangi bir filmi bu kuramlar çerçevesinde okuyup belli bir hata payı ile sınıflandırılabilir.

Sinema doğan ve büyüyen bir sanat dalı olarak ele almamız gerekiyor. Ve sadece bir defa değil neredeyse her coğrafyada yeniden doğan bir sanat dalıdır. Bu da her toplumda sinemayı bulunduğu toplumun diline, sosyo-politik yapısına bağlı olarak farklı şekillerde geliştirmiştir.

Örneğin Amerika’da Edison tarafın icat edilen sinema, Edison’un Sinema yapım ve gösterimi için kullanılan aletleri patentlemesi ve her kullanımda yüksek telifler almasından dolayı sinemacıların New York’u terk edip Los Angeles’a taşınmasına sebep olmuştur. Peki bu Amerika Sinemasını paranın vesayetinden kurtarmış mıdır? Tabi ki hayır! Çünkü Kapitalist bir yaşam tarzına sahip olan bu toplum para kazanabileceği her şeyi bir sektöre dönüştürüp en iyi şekilde yararlanma yolunu seçer. Bu da İçinde şu an dünya devi olan stüdyoların olduğu Hollywood’u oluşturur. Dönemin politik durumuna bağlı olarak ısmarlanan filmler peş peşe gelmeye başlar. Bu da sınırları ve yapısı belli klasik anlatı sinemasını doğurur.

Aynı yıllar içerisinde Avrupa’da Lumier kardeşler de sinemayı keşfederek sinemanın Avrupa’da doğmasına vesile oldu.. Amerika’nın tersine Avrupa’da sinemayı sahiplenenler çok farklı oldu. George Melıes gibi bir hayalperest bilim kurgunun temellerini attı. Salvador Dali gibi sanatçılar sanat dallarını sinemaya entegre etmeye çalıştı. Birinci dünya savaşından sonra Alman sinemacılar dışavurumcu yapımlarında büyük bir kötülüğün ayak seslerini dillendiler. İkinci dünya Savaşının sonrasında yaşanan çöküş sinemaya da yansıdı. İtalyan ve İspanyol yönetmenler çökmüş toplumların anatomilerini çizdiler. Fransızlar kendilerine has bakış açılarıyla bu konuları tekrar dillendirdiler.

Benzer bir durumu birinci dünya savaşı sonrasında Japonya’sında, tanrılaştırılmış imparatorlarının sıradan bir insan olduğunu fark eden Japon yönetmenler tarafından çekilen ilk filmlerde görüyoruz. Ve Hindistan’da ve İran’da ve Türkiye’de.

Sinema yaşayan bir varlıktır. Çok kez doğmuş ve her doğuşunda farklı bakış açıları edinmiş gelişmiş, zenginleşmiş yaşadığı toplumların sosyo-kültürel yapılarına göre şekil almış ve en sonunda dünya kültürünün farklı miraslarını içinde saklayan küresel bir anlatı kütüphanesine dönüşmüştür. Şu an dünyanın farklı yerlerinden kendi anlatı tarzı ile sinema yapmaya çalışan herkes, bu kütüphaneden yararlanır. Bu yüzdendir ki bir Scorsese filmi izlerken Kieslowski’nin , Kiyarüstemi’nin ve ya Kurosava’nın izlerini görmek mümkündür.

Scorsese’ye Hollywood yönetmeni olduğu için paragöz bir piyasacı demek ve ya insanların yaşadığı çöküşü dillendiren İtalyan yenicilerin toplumdan uzak sanatçılar olduklarını söylemek biraz hadsizlik olmuyor mu ?

Yaklaşık 150 yıllık sinema tarihinde bizi eğlendiren, eğiten, hatalarımızı ve acılarımızı bize söyleyen, bizi gerçekliğe çağıran ve ya gerçeklikten biraz olsun kopmamızı sağlayan tüm sinemacılar adına rica ediyorum.

Lütfen sinemayı ikiye ayırmayın.

-Kerkene

Play Cover Track Title
Track Authors